1980'lerdeyiz
Yarımca'daki ikinci evimize, kendi evimize geçmişiz artık.
Denizin hemen kenarında değiliz ama denize kadar da önümüzde tek engel yok.
Karşımızda ışıl ışıl parıldayan Gölcük, Değirmendere, Halıdere sahilleri.
Evin balkonu kocaman, öğlenden sonra hiç güneş almıyor,
Kuzeydoğuya bakan ucu püfür püfür esiyor, yazları bir cennet.
Önümüzde bir dere var, dereden ötesi uçsuz bucaksız bir çayır
Çayır zeytin ve ceviz ağaçlarıyla kaplı, arada muşmula ve ayvalar var, az biraz da dutlar.
Zeytinler yaşlı ve bakımsız ancak terk edilmiş olsalar bile kendilerince ürün veriyorlar.
Çayırın büyük bölümü böğürtlen dikenleri ve yabangülü ağaççıkları ile kaplı.
Yaban gülleri hani şu kuşburnu dediğimiz meyvecikleri veriyor sonbaharda, topluyor ve kaynatıyoruz, suyunu içiyoruz, gözünü karartan marmelatını yapıyor.
Böğürtlenler bir konserve fabrikasına yeterecek çoklukta mahsül veriyorlar.
Yaklaşık iki ay (ağustos, eylül) patlayana kadar yiyoruz, hatta ekim kasımda böğürtlen kurusuna dönüyor o lezzetli şeyler.
Biz çocukların kol ve bacakları, sayısız diken tarafından çizilmiş mozaik bir görüntüye sahip.
Baharda bu dikenlerin hepsi çiçekliler, pembe pembe o yaban gülleri, beyaz beyaz böğürtlen dikenleri.
Ve akşam inince
hani o akşam ezan vakti ile havanın zifirileşmesi arasındaki o kısacık zaman dilimi
Yarabbi, bülbül senfoni orkestrası konserine başlıyor her gün.
Ta ki dutlar olgunlaşıncaya kadar.
Hoş çok ilişkisi yok tabii, hayvancıkların aşk mevsimi bitince susuyorlar, dut ayrı mevzu ama
susana kadar da bizi mest ediyorlar.
O sesleri unutmak mümkün değil, kaç çocuk hayatında bülbül görmüştür
Kaç yetişkin kuşların sesini ayırd edebilir
Doğada büyümeyen, doğayla içiçe olamayan insanlar DOĞA'yı sevebilir, koruyabilir mi?
Saksıda bile olsa çocuklarınızı topraktan ayırmayın
NOT: Fotograf evin balkonundan yaptığım akrilikboya resmimdir. 1980 olmalı.
Yarımca'daki ikinci evimize, kendi evimize geçmişiz artık.
Denizin hemen kenarında değiliz ama denize kadar da önümüzde tek engel yok.
Karşımızda ışıl ışıl parıldayan Gölcük, Değirmendere, Halıdere sahilleri.
Evin balkonu kocaman, öğlenden sonra hiç güneş almıyor,
Kuzeydoğuya bakan ucu püfür püfür esiyor, yazları bir cennet.
Önümüzde bir dere var, dereden ötesi uçsuz bucaksız bir çayır
Çayır zeytin ve ceviz ağaçlarıyla kaplı, arada muşmula ve ayvalar var, az biraz da dutlar.
Zeytinler yaşlı ve bakımsız ancak terk edilmiş olsalar bile kendilerince ürün veriyorlar.
Çayırın büyük bölümü böğürtlen dikenleri ve yabangülü ağaççıkları ile kaplı.
Yaban gülleri hani şu kuşburnu dediğimiz meyvecikleri veriyor sonbaharda, topluyor ve kaynatıyoruz, suyunu içiyoruz, gözünü karartan marmelatını yapıyor.
Böğürtlenler bir konserve fabrikasına yeterecek çoklukta mahsül veriyorlar.
Yaklaşık iki ay (ağustos, eylül) patlayana kadar yiyoruz, hatta ekim kasımda böğürtlen kurusuna dönüyor o lezzetli şeyler.
Biz çocukların kol ve bacakları, sayısız diken tarafından çizilmiş mozaik bir görüntüye sahip.
Baharda bu dikenlerin hepsi çiçekliler, pembe pembe o yaban gülleri, beyaz beyaz böğürtlen dikenleri.
Ve akşam inince
hani o akşam ezan vakti ile havanın zifirileşmesi arasındaki o kısacık zaman dilimi
Yarabbi, bülbül senfoni orkestrası konserine başlıyor her gün.
Ta ki dutlar olgunlaşıncaya kadar.
Hoş çok ilişkisi yok tabii, hayvancıkların aşk mevsimi bitince susuyorlar, dut ayrı mevzu ama
susana kadar da bizi mest ediyorlar.
O sesleri unutmak mümkün değil, kaç çocuk hayatında bülbül görmüştür
Kaç yetişkin kuşların sesini ayırd edebilir
Doğada büyümeyen, doğayla içiçe olamayan insanlar DOĞA'yı sevebilir, koruyabilir mi?
Saksıda bile olsa çocuklarınızı topraktan ayırmayın
NOT: Fotograf evin balkonundan yaptığım akrilikboya resmimdir. 1980 olmalı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder