İsteyip istemediğimi bilmiyorum, hatırlamak zaten mümkün
değil ama özenip bezenip yaratılıp, baştan planlanmış daha doğrusu bahşedilmiş
bir hayata gönderilmediğim gayet açık. Bunu yeni yeni anlıyorum. İnsan kendi
şartlarını kendi hazırlar ve şansı da kendi yaratır diyorlar ya. Pek öyle
değil. Mevcut koşullarda yaratabilirsin şansı ama koşullar uygun değilse ya da
hiç oluşmamışsa neyi yapacaksın. Ortadasın. Kısacası çok da bayılmıyorsun hayata
Bilmiyorum ölümden sonra ne olacak nasıl olacak… Doğumdan
öncesini bilmediğimiz gibi ölümden sonrasını da bilemeyeceğiz. Spiritüel
tanımlara göre öldükten sonra bir ödülümüz olacak ancak o da çok belirgin
değil. Dünyayı yaşanabilir kılan o ödüle inanç noktasından geçiyor. Bir de
inanmıyorsak halimiz duman. Büyük gayret lazım yaşamak için çünkü YALNIZ’ız.
İnanmak bir tercihin ötesinde bir zorunluluk haline geliyor
bu bağlamda, yiyorsa tercih etme, vallahi de billahi de başa çıkamazsın
yaşamakla.
Düşündüm de bugün sokaktaki gürültüyü, pisliği, karmaşayı
çekiyorsak “birgün son ereceği” ve “herşeyin çok güzel olacağı” ümidiyle. Hiç
kendimizi kandırmayalım. Herşey berbat da olsa daha sonra iyi olacak diyoruz ya
da “bir gün mükemmel olacak”. Sabırla bekliyorum o günü. Beklerken kahkahalarla
gülsem de bekliyorum ne yaparsın.
İşte ya paketlenip gönderildik ya da bir delikten kaçıp geldik bilemem ama niye mi yazıyorum bunları. "Bugün" - varoluş sebebim, annemle
babamı evlendiren ve nikah şahitleri olan Cevat BAYINDIR’ın 93 yaşında
aramızdan ayrıldığını öğrendiğim için yazıyorum. Hayatını anlattığı ve benim
okuduğum tonlarca kitabın içinde ilk üç’te yer alan eserini hiç unutmayacağım
için yazıyorum. Küçücükken bayramlarda gittiğim evlerini hatırladığım için
yazıyorum ve geçmişin güzellikleri ile aramızdaki köprülerin teker teker yıkıldığını
fark ettiğim için yazıyorum. Üzüntüden yazıyorum işte canına yandığımın
üzüntüden.